Anasayfa / Köşe Yazıları / Kıbrıs’ın yükselen değeri

Kıbrıs’ın yükselen değeri

20 Temmuz 1974 yılında Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) başlattığı Kıbrıs Barış Harekatı’nın 44. yıldönümündeyiz. Soykırıma varacak olan gözü dönmüşlüğün, azgınlığın durdurulmasıyla başlayan süreç, bugüne değin bir dizi siyasi ve stratejik merhaleden geçti. Kıbrıs adasının tarihten bugüne hiç eksilmeyip, artan stratejik değeri bu sürecin temel belirleyeni olmayı bugün de sürdürüyor.

Türkiye; ada üzerinde uluslararası hukuktan kaynaklanan temel haklarını, bugüne değin daima uzlaşma zemininde kalarak, korumayı tercih etti. Bu noktada adanın iki tarafının anlaşmazlıklara dair çözümün samimi tarafları olmasını istedi. Ancak bu yaklaşım, hiçbir zaman gerçek anlamda ve sahici olarak Rum tarafında karşılık bulmadı. Tek taraflı yaklaşımından vazgeçmeyen Rum kesimi, adadaki Türkleri azınlık durumunda olmasını isteyen refleksi asla terk etmedi.

Aslında bu noktaya gelinmesinde Avrupa Birliği’nin (AB) rolü belirleyici oldu. AB, hem uluslararası hukuku, hem de kendi hukukunu çiğneyerek, Rum yönetimini Kıbrıs Cumhuriyeti adıyla Birliğe tam üye yaptı. Bu durum açık bir hukuk ihlaliydi. Birleşmiş Milletler (BM) sürecinden geçen uluslararası hukuk niteliği taşıyan 1959 Garanti Anlaşması’yla adanın, Türkiye, İngiltere ve Yunanistan’dan oluşan 3 garantör ülkenin birlikte yer almadığı hiçbir birliğe, oluşuma adanın girmesi, üye olması mümkün değilken bu durum hiçe sayıldı. Öte yandan AB hukuku gereği hiçbir ülke sınır sorunlarını çözmeden birliğe üye olamaz ilkesi yok sayıldı ve Kıbrıs sınır sorunlarıyla, mülkiyet, vatandaşlık, nüfus, toprak gibi bir dizi çözülmemiş meselelerle adanın kuzeyi yok sayılarak, AB’ye tam üye yapıldı. Bu hukuksuzluk sonucunda Rum yönetimi adanın tek hakimi gibi davranmayı bu defa da AB desteğiyle sürdürmeye başladı. Elde ettiği haksız kazanımların gerisine düşecek hiçbir çözüm yaklaşımına sıcak bakmadı. Buna 2004 yılında referanduma taşınan Annan planı da dahildi. Üstelik bu planın referandumu öncesi, Rum tarafı hayır oyu verse de, Türk tarafının evet demesi durumunda Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne (KKTC) uygulanan ambargonun zayıflatılacağına dair sözler verildi. Ama bu sözler de tutulmadı.

Sonuçta; AB, iki kesimli bir adada siyasi ve stratejik dengeyi birinin lehine bozarak, açık bir hukuksuzluğa imza attı. Böylece Adayı Rum temsiliyetine tutsak ederek, muhtemel bir birleşme de Rum tarafının elde ettiği kazanımlardan taviz vermesinin önünü kesti. Bundan sonrası için eşit haklar düzeyinde iki tarafın eşit ortaklık temelinde bütünleşmesi imkansız düzeyinde çok güçtür. Üstelik şimdi eskiye göre çok daha fazla belirginleşen Doğu Akdeniz’in yükselen enerji jeopolitiği devredeyken bu durum çok daha güçtür. Zira Doğu Akdeniz’in özellikle doğalgaza dayalı yükselen enerji jeopolitiği, Suriye, Irak gibi ülkelerin geleceklerini doğrudan etkilemeye başladığı bir süreçte, Kıbrıs adasındaki toprağa dayalı en küçük bir kazanım altın değerindedir. Unutmayalım ki; jeopolitiğin değeri, eksilmek yerine her geçen gün daha fazla artmakta ve kürenin büyük evreni içinde stratejik ve politik değeriyle öne çıkan coğrafyalar sanılandan daha dar alanlara tekabül etmekte ve bu durum büyük güç mücadelesinin jeopolitiğini oluşturmaktadır. Doğu Akdeniz’de bu alanlardan biri durumundadır ve çevresindeki her ülke yeni enerji oyuncusu olarak pozisyonunu maksimize edebilmenin çabasındadır. Bu noktada Doğu Akdeniz’in enerji oyuncuları bellidir ama henüz nihai oyun kurulamamıştır. Oyuncuların şimdilerde çabaları, oyunun kendi çıkarıyla biçimlenmesi yönündedir.

Bu oyunculardan biri de, İsrail’dir. İsrail’in geçtiğimiz günlerde ırkçı yaklaşımla aldığı “Yahudi ulus devlet” olma kararı da, Mısır’da yaşanan Sisi askeri darbesi de, Suriye iç savaşı da, bölgenin terör ajandası da Doğu Akdeniz’in yükselen enerji jeopolitiğiyle ilişkilidir.

Bu zaviyeden bakarak, Türkiye’nin yeni yönetim sistemiyle hızlı, etkin karar süreçleriyle, yükselen gücüyle Kıbrıs konusundaki kararlılığı eksilmeden sürecektir. Zira Türkiye diğer üstünlükleriyle Doğu Akdeniz’in en kilit ülkesidir.

Kıbrıs’ta eşit haklar ve ortak temsiliyete dayalı birleşme oluşmuyorsa, bir adadan iki devlet çıkmaz diye bir kural, ilke yoktur. Öyle olsa idi, Haiti ile Dominik Cumhuriyeti bölünmezdi. Üstelik günümüzde küresel ve bölgesel stratejik süreç, hegemonik güçlerin denetiminde toprak bütünlüklerini ufalanmaya zorlarken, coğrafi boşanmaları özendirmeye çalışırken Kıbrıs’ı bütünleşmeye zorlamak çelişkilidir. Bu durum başlı başına AB ve ABD açısından meseleye samimi yaklaşılmadığının kanıtıdır. Aslında istenilen Türkiye’nin, KKTC’nin, Türklerin boyun eğmesidir, tek taraflılığa rıza göstermesidir, haklarından vazgeçmesidir.

Bu beklenti, asla gerçekleşmeyecektir. Türkiye’nin en zayıf olduğu yıllarda bile böyle bir teslimiyet yaşanmamışken, bugünün güçlenen Türkiye’sinin buna razı olması mümkün değildir. Kıbrıs Barış Harekatı’nın 44. yıldönümünde Cumhurbaşkanı Erdoğan yayımladığı mesaj da bu durumun altını çizerek; “Türkiye’nin Kıbrıs Türk halkının çözümsüzlüğün mağduru olmalarına izin vermeyecekleri” yönündeki kararlılığı bir kez daha vurgulamıştır.

Kıbrıs Barış Harekâtı’nın şehitlerini rahmet, gazilerini şükranla anıyoruz…

 

https://www.aksam.com.tr/yazarlar/prof-dr-yasar-hacisalihoglu/kibrisin-yukselen-degeri/haber-756576

Önerilen Haber

Dağılmış masanın ve ‘sırttaki hançerlerin’ seçim yansımaları

Yerel seçim gündemi, partilerin adaylarını açıklamalarına odaklanmış olarak seyrini sürdürüyor. Cumhur ittifakının adaylarının çok büyük …